Neyf ve ispat zikrinin dört rüknü vardı

Neyf ve ispat zikrinin dört rüknü vardır :
1- La İlahe İllallah
2- Muhammedün Resulullah.
3- Bu ikisinin anlamlarını düşünme.
4- Nefesi bırakırken kalben ? İlahi ente maksudu ve rıdake matlubi? demektir.
Nefy ve ispat zikrinin dört şartı vardır :
1- Göbekten alnın üst tarafına doğru uzanan ve seyf ( kılıç) denen kalın ve dik çizgidir.
2- Alnın üst tarafından sağ kulağın arkasından geçerek sağ omuza, oradan da kalbe gelen mükennis ( temizleyici) isimli çizgiyi düşünmektir.
3- Nefesi tutmaktır.
4- Tekliktir. Hem nefesi hem de bir nefesteki zikir sayısını tek yapmaktır.
Nefy ve İsbat?ın edepleri de beş tanedir :
1- Çizginin deri ve et arasında
2- Beyaz ve saydam olarak düşünülmesidir.
3- Çizginin göbekten göğse, oradan boğaza, sonra çeneye çıkmasıdır.
4- Vücudun hiçbir organının kıpırdamamasıdır.
5- Kalbe ? Allah? kelimesini şiddetle vurarak girdirmek ve vuruş anında kalbin bundan etkilenmesini sağlamaktır.
Nakşibendi Tarikatı?nda En Önemli Şey İtikadi Ehl-i Sünnet?e Göre Düzelmek ve Dört Hak Mezhepten Birine Uymaktır
Şah-ı Nakşibendi Hazretleri?nin ( k.s) açıkladığına göre en önemli nokta dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır. Kemal derecesine varmak için tek başına bunun yeterli olabileceğini söylediler. Bunu sağlamak için ? Ruhsat ve bid?atlerden sakınmak, tüm vacipleri tam olarak yapmak, mekruh ve haramlardan kaçınmak gerekir.
Hatta hılaf-ı evla ( en iyinin dışında ) ve tenzihi ( hafif) mekruhlar bile nisbet ve huzuru elde etmeye engeldir? diye buyurmuşlardır. Zira bu yüce tarikatın temeli ilahi sevgi ve gayrettir. Bu sevginin ve gayretin aşırı olması sonucu insan kendisi için iyi olanı göremez, dinin dışına çıkar, fitneye düşer, yersiz sözler, saçmalıklar ve şatahat ( kendinde olmadan söylenen sözleri söyler.
Sekir ( kendinden geçme) ve nefsi görmemek hali kişiye dinin temel kurallarını unutturur, fitneye düşürür. Halbuki şer?i şerifin dışına çıkma sevgi ve gayrete engeldir. Bundan dolayı emaneti ( muhabbet ve gayreti) yüklenmekten yerler, gökler ve dağlar korktular. Hatta yaratılanların en şereflisi olan Peygamberimiz ( s.a.v) muhabbet fitnesinden Allahu Teala?ya sığınmıştı. Nitekim Efendimiz Hafız Şirazi ( k.s) bu inceliği şöyle belirtmişti: ? Gerçek şudur ki, başlangıçta sevgi ve aşk kolayca ortaya çıkmamıştı. Tersine, sonradan birçok sıkıntı ve zorluklara katlanmakla ortaya çıkmıştı.
Çoğu zaman sevgi uygunsuz , hatta çirkin söz ve hareketlerin ortaya çıkmasına; ehli sünnet inancına zıt görüşlerin doğmasına neden olur. Cahillerin çoğu hallerine kendi vicdanlarını şahit gösterir ve şöyle derler: ? Biz Allah ve Resulüna yakınız, durumumuzda kuvvetli bir nispet görüyoruz!? Aksine vicdanları kendilerini Allah ( c.c) ve Resulünden uzaklaştırır ve yakınlık zannettikleri durum uzaklaşma nedeni olur.
Keşke onlar vicdanlarını Peygamberimize bıraksalardı ve cezbelerini şeriat sınırında tutsalar ve ibadetlerini ona uygun işleselerdi. Çünkü cezbe şeriata zıt ise o cezbe sahibini hata yapmaya yönelir. Gerçekten şeriata uygun olmayan cezbeye sahip olduğuna inanan kişiyi doğru yola döndürmek, yüz tane gafil kişiyi doğru yola getirmekten daha güçtür.
Kendisi tarikatta bulunurken ve başkasına yol gösterirken vicdanını işe karıştırmaktan son derece sakınmak gerekir. Şeriatın açık kuralları bunun dışındadır. Kendi düşüncesine göre davranarak bir haramı veya mekruhu işlemenin dinimizde yeri yoktur.
Rabbim nefsimizin bize süsleyerek gösterdiği hurafelerden bizi korusun. Gerçekte nefis kendisine bir ay çıkarmak ümidiyle ancak hoşuna giden şeyleri ister ve yapar. Eğer şeriatın sınırları belirlenmemiş olsaydı, nefis birçok kötü şeyleri güzel, öldürücü zehiri bal ve şeker gibi göstererek bizleri aldatacaktı.
Niyeti ciddi ve arzusu gerçek olan Nakşibendi Tarikatı isteklisinin inancını Ehli Sünnet görüşüne göre düzeltmesi gerekir. Ehli Sünnet itikadının imamları Şeyh Ebu Hasan Eş?ari ve İmam Ebu Mansur Maturi?dir. Dinin ileri gelenleri çok önemsiz kısımlarda onlardan ayrı karar vermişlerdir. Bu kısımların dışındaki konularda, kimin düşüncesi bu iki imamın düşüncelerine zıtsa ona uyulmaz ve bu iki imamın kuralları, yöntemleri ve koydukları esaslar dışında düşünce ileri süren arif, tasavvufçu, tefsirci, hadisçi gibi fıkıh alimi olmayanların içtihadıyla hareket edilmez. Bu iki imam itikad konusunda tüm Ümmeti Muhammed tarafından tam ve yetkili kabul edilmiştir.
Yine bu ümmet, keşifte bulunanların keşiflerini, hata yapılabilecek konuları ve ayet ve hadisleri tevil eden ( kendine göre yorumlayan) tasavvufçuların görüşlerini benimsememiştir. Çünkü bu tasavvufçuların tüm delilleri hata veya gerçek olabilecek ve dinen uyulması zorunlu olmayan keşiflerdir. Hatta tasavvufçular keşfe güvenilemeyeceğini belirterek bu konuda hiç kimseden çekinmeden, utanmadan bizi uyarmaktan kaçınmamışlardır. Zira bu zatların amaçları Allah-u Teala?nın (c.c) hoşnutluğunu kazanmaktır. Allah-u Teala (c.c) onları insanlara yol gösterici olarak yaratmıştır. Onlar Allah?tan (c.c) korkarlar, sapıklıktan ve bozgunculuktan sakınırlar. Allah (c.c) onların sırlarını yüce kılsın, iyilikle ödüllendirsin.
Allah-u Teala ( c.c) kuralları arasında paylaştırdığından, her ilim onu iyi bilen kişiden öğrenilmelidir. Fıkıh ilmi fakihten, İtikat ilmi akaid alimlerinden, tasavvuf ilmi de mutasavvıftan elde edilir. Kendi dalının dışında ilim belirtenin ilmi geçerli değildir. Mesela İbn-i Hacer Heytemi tecvid ilminde İmam Cezeri?yi babası Şeyh Muhammed Cüveyni?den daha çok benimsemişti. Halbuki kendisi ve babası hakkında; ? Eğer bu zamanda bir nebi olsaydı bunlar olurlardı? denilmişti. Fakat o : ? İnci ve mücevher satıcılarında boncuk bulunmaz? diyerek bu durumu açıklamıştır.
Mürit itikat bilgilerini düzelttikten sonra, ikinci olarak dört mezhepten birisinin fıkıh bilgileri ile ibadetlerini yapmaya çalışır ki bu tarikatın temel kurallarındandır. Talip uymuş olduğu mezhebin en seçkin görüşünü benimsemelidir. Zira mezhepte de tam doğru olmayan görüşlere uymaya bile izin verilmemiştir, nerede kaldı ki zayıf bir görüş kabul edilsin.
İtikat düzeltildikten sonra, mezhebe göre ibadetlerini yapma işi gerçekleştikten sonra mürit kalp temizliğine başlar. Zikir ve rabıtanın birisi veya her ikisi aracılığıyla ihlas ve ilahi sevgi kazanılarak bir temizleme işi gerçekleşebilir. Bu sırada kalpte herhangi bir hal veya cezbe ortaya çıkarsa, onun itikat ve şeriata uyup uymadığına bakar. Eğer bunlara uygunsa devam eder, aksi durumda bırakır. Ayrıca oluşan halden istiğfar eder. İtikad ve fıkıh ilmine aykırı olanın nefis ve şeytandan gelen istidrac (kandırma) olduğuna karar verir ve bu halin Allah?tan ( c.c) uzaklaştırıcı olduğunu bilir. Kıysa ve içtihad kapısı kapanmıştır. Bundan dolayı şeriata zıt inanç, cezbe, hal ve keşfin doğru olduğuna bin melek gelip şahitlik etse bile kıyas yapma ve keşfi tevil etme yorumlamaya yeltenmemek gerekir.
Şeriata ters haller uzaklaştırıcıdır ve ilahi huzurdan kovulmaya neden olur. Kabul edilece görüşler müctehidlerin düşünceleridir. Halbuki biz müctehid değiliz, yorum ve kıyas yapamayız. Nitekim İbnu Salah ve İmam-ı Nevevi İctihadın Hicri Dördüncü yüzyıldan sonra bittiğini bildirdiler. Ayrıca şeytan da akli kıyastan dolayı lanetlenmiştir. Başkaları hakkında ise husni zanda bulunarak iyi yorumda bulunmamız emredilmiştir. Kendi nefsimizi de bütün yaptığımız işlerden eleştirmemiz gerekir, bilhassa yasaklarda taviz veremeyiz.
Sadat-ı Kiram ruhsatlardan ve hasene ( iyi) de olsa bid?atlardan sakınarak vicdanlarına göre davranmadılar. Şah-ı Nakşibendi, tarikatın sohbet, azimetle ibadet etmek, bid?at ve ruhsatlardan kaçınmak olduğunu söylemiştir. Ruhsatın anlamı en iyinin karşıtıdır Necasetlerden affedebilecek miktar hariç; söz birliği olan ruhsatlardan dahi büyükler çekinmiştir. Çünkü ruhsatlar nefsin rahat etmesi içindir. Necaset konusunda ise aşırı azimete sarılmak vesveseyi çoğaltır. Onun için sadece bu konuda ruhsata uymaya izin verilmiştir.
Bid?at ise Ashab-ı Kiram zamanında görülmeyen, müctehidlerin kıyasta belirtmedikleri ve ümmetin söz birliği etmediği şeylerdir.
Ümmetin söz birliği ettiği şeyler medreselerin, minarelerin ve tekkelerin yapılması, eser yazmak gibi konulardır. Sadatın belirttiği özel edepler, nefy ve ispat, Celal zikri, teveccüh, hatme ve tarikatın kuralları da bid?at değildir. Sadatlar inkar ve karşı çıkılmaksızın bunları devam ettirmişlerdir. Devam etmesi doğruluğunu göstermektedir. Ayrıca biz kanıtlarını bilmesek de onlar için iyi zanda bulunmaya mecburuz.
İmam-ı Rabbani Hazretleri?nin Mektubat?ında bildirdiği gibi örf ve adete bağlı bid?atlerin bırakılması iyiyse de feraciye, aba, hırka, şalvar gibi giysilerin kullanılması ve kaşıkla yemek yemek bid?atlerin dışındadır. Çünkü bunlar örf ve adete bağlıdır, sakınmak gerekmez.
Bid?at yapılırken ve yakınlığa neden olacak yerlerde söz konusudur. Mesela namaz tesbihlerini taş veya tesbihle çekmek bid?attır. İbnu Hacer Heyteni Fethul Mübir adlı eserde bunu açıklamıştır. Yine kitap ve sünnette olmayan zikri ve duaları kişinin kendi belirlediği zamanlarda okuması; velilerin eşiğini öpmek, dinde olmayan şeylere inanmak, sofilerin raks ve bazı hareketler yaparak Allah?a ( c.c) yakınlık iddia etmeleri, bazı ağaçların, taşların kutsal olduğuna inanmak ve bunlardan yardım umarak ziyaret etmek, bazı kişilerin ihtiyaç giderdiğine inanarak onlara gitmek hep bid?attır. İbnu Hacer bunların hepsini açıklamıştır.
Yorumu ( tevili) olsa bile bazı cahil sofilerin şeriata aykırı sözleri de bid?attır. Halbuki Nakşibendi Tarikatı?nın şeriata aykırı hiçbir şeye izin vermediğini İmam-ı Rabbani Hazretleri açıklamıştır. Cahil sofilerin: ? Sen bunu bize verdin; sen bizden şunu aldın, şu belayı bize kaldırdın; sen bizim dünyamızın ve dinimizin sahibisin? gibi sözleri her ne kadar aracı olmakla yorumlanabilirse de hepsi hurafe ve bid?attır. Hatta bazısı küfre kadar gider. Örneğin; ? Şeyhim bana puta secde etmeyi emretse ederim; yalan yere Allah?a ( c.c) yemin ederim, ama şeyhimin adına yalan yemin etmem? demek gibi sözler. Halbuki bu sözler açıkça küfrü gerektirir. Küfrü çağrıştıran her ne kadar olmayacak bir işse de küfrü gerektirir: ? Eğer Zeyd semaya uçsa kafir olurum? gibi. Sözler küfrü gerektirmezse o zaman da tahrimen mekruhtur. Allah-u Teala( c.c) bizleri bunlardan korusun.
Büyük günah işlemek veya tarikattan çıktım demek tarikattan çıkmaya neden olur. Böyle durumda birkaç gün içinde tarikat tazelemek gerekir. Müridin ilerleyememesi bu gibi haller nedeniyledir. Halbuki büyükler: ? Üç gün aynı halde kalan kimse için ölüm daha iyidir? demişlerdir. Hatta bazı büyükler ? Üç gün geçtiği halde müridin durumunu sormaması karşısında hayret eder ve aciz olurlardı.

ADAB-I FETHULLAH (K.S.)


Kötü arzuları nefyetmek ( kovmak, gidermek) gayesiyle mürit şuhuda ( görüntü, zuhurdan zuhura ? türeme, ortaya çıkma? iletilir. Buradaki şuhud ve zuhurun hepsi velayet-i suğra, ? küçük velilik? makamından sayılmaktadır. Bu velilik kulluğu ve nefsin hastalıklarını bilme makamıdır.
Bu makamda nefis sakin ve mutmain ( gönül doygunluğu) gibi görülse de, emirlere uyma ve yasaklardan sakınma hali, hatta nefsin arzularının azalması onun özelliğinden değil, alışkanlık kazanmış olmasındandır. Alışkanlıktan dolayı da emirlere uyma ve yasaktan kaçma istenilen amaca uygun değildir.

Cenab-ı Hakk ( c.c) bir kulunu merdiye makamına kavuşturmayı, marifetine erdirmeyi, seyr-i enfusi ( mana seyri) ve kulluğuyla şereflendirmeyi dilerse, ona Vahdet makamında azamet ( büyüklük) ve Celalini ( ululuğunu ) gösterir. Bunun yanında Allahu Teala ( c.c) kulunun nefsine ; ? Topraktan yaratılan kul nerede, Alemlerin Rabbi nerede? diye bildirir. Kul bir bakar ve Alemlerin Rabbi?yle çirkin ve kötü nefsi arasına hiçbir ilgi olmadığını anlar.
İlahi sevgi, yakınlık ve dostluk davalarının yalandan ibaret olduğunu görür. Perişan ve pişmanlıkla nefsini hastalıklardan temizlemek için döner. Buna ikilik makamı denir. Burada müridin latifeleri döner fakat kalbi oraya bağlı kalır ve oranın sevgisini unutmaz. Huzura kavuşan kul sanki iki kişi olmuş gibidir.

Birincisi ilahi huzurda yakınlık, dostluk ve sevgi davasında kalır, ikincisi ise nefsini temizlemek ve kulların işlerini görmek için geri dönmüştür. Mürid geri döndükten sonra madde alemindeki latifleri, emirler alemindeki latifelerinin nurlarının yansıması ve etkisiyle değişime uğrayarak başkalaşır. Her latifenin eksik yanı kendisine uygun özelliğe dönüşerek nurlanır :

Toprağın eksikliği olan ibadetlere , emirlere karşı ilgisizlik ve tembellik, yumuşak huyluluğa ve insanlardan gelen sıkıntılara katlanmaya dönülür.
Suyun eksikliği olan nifak ( ikiyüzlülük), Sıbğatullah ( Allah-u Teala?nın (c.c) boyasıyla boyanmak) rengine dönüşür. Kul Allah-u Teala?nın (c.c) ahlakıyla ahlaklanır, onun boyasıyla boyanır onun boyasıyla boyanan kişi de Cenab-ı Hakk?ın ( c.c) rızasından başka hiçbir şey bulunmaz. Her gördüğü veya birlikte bulunduğu kimsede Hakk?ın Kemal ve Cemal?ini görür. Çünkü Allah-u Teala kemal veya cemal bulunmayan hiçbir yaratık yaratmamıştır. Hatta kafirler be yılan gibi vahşi hayvanlar bile bu kemaliyet ve cemaliyet gözlenir.
Ateş?in eksikliği olan öfke ve nefse düşkünlük; şer?i şerife uyma ve ilahi aşka dönüşür. Cenab-ı Hakk?ın ( c.c) haram ettikleri yenilip içilince öfkelenerek karşı çıkar.
Hava?nın eksikliği olan kibir ve kullara karşı büyüklenme hali; halkı sevemeye ve alçak gönüllülüğe dönüşür. Kendinin yaratıklara ihtiyacı olmadığını anlar ve isteklerini Rabb?inden başka hiç kimseye bildirmez. İslamiyet izin verirse kafir de olsa herkesin isteklerini karşılar ve hizmet eder.
Özetle, emir alemindeki latifeler asli yerlerin yükselip, madde alemindeki beş unsurun eksiklik ve arzuları değişince, insana hakim olan nefis terkedilmiş ve hizmetçisiz kalır. Her iki latife grubu da nefse karşı gelir ve nefis işlerini sürdürecek nurani veya zulmani bir araç bulamaz. Bu durumda kendi de ister istemez nurani latifelere uyar, onların isteklerine boyun eğer. İşte bu radiye ve merdiye makamıdır. Artık nefis bu makamda kalır. Latifelerin hoşlanmadığı tüm şeylerden ve kötü ahlaktan yüz çevirir.
Nefsi arzularını İslamiyet?in sınırları içerisinde yerine getirir. Mesela kendini ve eşini haramdan korumak ve çoğalmak amacıyla evlenir. Şehvet , haz gayesiyle değil. Allah?u Teala?nın emrine uymak ve ibadet için yer içer ve uyur. Kısaca tüm hareketlerini İslamiyet?e uygun ve iyi niyetle yapar. Nefis itek ve arzularını İslamiyet?e göre yaptığı için nurani latifeler tekrar onun emrine girerek hizmet ederler. Bu makama ri?cat ( dönüş) makamı denir.
Radiye ve merdiye makamından dönüş yapanlar iki kısımdır :
1- Birinci kısmı enbiyada olduğu gibi yalnız kendi nefsi için döner.
2- İkinci kısmı ise Resullerde olduğu gibi yalnızca kendi nefsi için değil halkı irşad ve davet etmek için dönerler. Bunlar da iki kısımdır :
A) Bazılarında cezbe ateşi ve kararsızlık bitmiş olur. İkinci kez yükselmeye istekleri kalmaz. Bunlar kendi nefislerinde kusur görürler ve onlarla uğraşırlar ve hallerini bulanıklıktan tamamen temizlerler. Böylelerinin tarikatları sağlam ve irşadları da kuvvetli olur.
B) Diğer bir kısmın cezbe ateşi sönmez; suri ve manevi tecellilere, visal ( kavuşma) ve vahdete yönelirler. Şiddetli bir istek nedeniyle ikinci bir kez seyire ( yükselişe) başlarlar. Bu yükselişe seyri uryani ( yalın yükselme) denir. Bunlar kendi nefsilerinde kavuşmaya araç olan hiçbir ibadeti ve kemaliyeti görmezler. Tersine kavuşmalarını, yalnızca Cenab-ı Hakk?ın (c.c) fazl-u keremi?nden görürler. Bu makam en yüce, en şerefli ve en güzel makamdır. Ancak bu makamda telvin ( boyanma) ve terbiyeyi bıraktığı ve nefsini unuttuğu için bulanıktan kurtulamaz. Kendini saflaştırsa ancak temkin makamına kavuşur. Bu iki makamı birlikte elde edenler kibrit-i ahmer?den daha kıymetli ve nadirdir.
Sadat-ı Kiram?dan Hace Alaaddin Atar ( k.s) ve bazıları yeni tarikata girenlere gaflet, vesvese ve kuruntuları önlemek gayesiyle neyf ve ispat zikrini, ism-i celal zikri gibi vermişlerdir. Bunlar masivatı ( Allah-u Teala?nın ( c.c) dışındakiler) yok etmek için ? La maksude illallah? (Allah?tan ( c.c) başka gaye yoktur) anlamını kasdettiler. Gavs-ı Azam Seyyid Sıbğatullah Arvasi gibiler kalbin saflaşması için başlangıçta nefy ve ispat zikrini; daha sonra kalbin toparlanması için de ismi celal ve latifeler zikrini vermişlerdir, zira bu ikisi murakabeye girmek için daha kuvvetli araçtır. Şeyh Abdurrahman-ı Tahi ( k.s) ise bazen zikir olmaksızın nefesin göbek altında tutulmasını emrederdi. Böyle yaparak içerden zulmet ( kalp karanlığı) çıkarıldığını söylerdi.
Özetlemek gerekirse; bazıları kalbi genişletmek amacıyla tam sahivi ( tam uyanıklığı) seçerek nefy ve ispat zikrini; diğer bazıları da cemiyeti ( toplanmayı) çabuklaştırmak için celal zikrini tercih ettiler. Başka sadatlar ise, hem cemiyeti çabuklaştırmak, hem de tam sahivi elde etmek için her iki zikri birlikte yaptırdılar. Bu açıklamalar tarikata yeni başlayanlar içindir.
Velayet-i Kübra sahipleri ise hayalleri kovmak, şehvetleri de engellemek için belirli zamanların dışında neyf ve ispat zikrine devam etmeyi arzu ettiler. Belirli zamanlarda yapılan zikrin onların şanına yakışan anlamını düşünerek dil ile tehlildir ( La ilahe illallah ) şeriatın emrettiği zikirlerin hepsi dil ile yapılır.



0 yorum:

Yorum Gönder

ÖZLÜ SÖZLER

Hayatını Neye Adadın? Gavs-ı Bilvanisî Abdülhakim Hüseynî k.s. şöyle der: “İhlâs, Alemlerin Rabbi olan Allah’ın emir ve hükümlerini sadece onun rızası için yapmak, bütün gücünü bunun için sarfetmektir. İhlâs, ilahî emirlere sebat göstermenin özüdür. İnsan kıymet verdiği ve düşündüğü şeye göre kıymet kazanır. Hayatını şöhret ve şehvete adayan kişinin sonu hiç kuşkusuz hüsrandır.”
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Özel Arama
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...

Toplam Sayfa izleme