
AŞK NEDİR?
(İlahi Aşk / Muhittin ibni Arabi Hz.)
1.Bölüm
Allah rahmet etsin, şeyhimiz Ebu'l-Abbas Cafer el-Üryanî bir duasında Allah'tan sevgiyi değil de sevgi hissini, zevkini istemişti.
İnsanlar sevginin tanımı konusunda ihtilafa düştüler, fakat ben, sevgisini tam manasıyla tanımlayan birini görmedim. Aşkın, geride bıraktığı izleri ve gerekleri aracılığıyla belki tanımı yapılabilir. Özellikle o. Aziz ve cenab olan Allah'ın bir sıfatı olarak kaldığında tanımını yapmak son derece zordur. Sevgi konusunda duyduğum en güzel şey, bazılarının bana Ebu'l-Abbas ibn el-Arif ed-Dahaciden aktardığı şu sözlerdir. Ona sevgi hakkında bir soru yöneltilince şunları söylediğini aktardılar: "Kıskançlık, sevginin sıfallarındandır2': edeplice örtünmenin dışında her şeyi hor görür".
Bil ki, bilinebilen işler (el-umur el-ma'lümeh) iki türlüdür. Bir kısmının tanımı yapılabilir, bir kısmının tanımı yapılamaz. Sevgi konusunu hilen ve bu konuda konuşan bilginlere göre, sevgi tanımı yapılamayan islerdendir. Sevgiyi ancak aşka tutulan ve sıfatı âsıl< olanlar bilir. Bu âşıklar da sevginin mahiyetini bilemezler, fakat onun varlığını da inkâr edemezler. Bil ki, insan sevgilisinden duyduğu sözün dışındaki sözlere sağır olduğu, sevgilisinin yüzünden başka gördüğü her türlü manzaraya karşı kör olduğu, sevgilisinin konuşmasının ve sevgilisinin sevdiği konuşmaların dışındaki konuşmalara ilgisiz kaldığı zaman, ancak aşk o insana hakim olur. O zaman kalbinin üzerine bir mühür koyar ve oraya sevgilisinin sevgisinden başka hiçbir şeyi sokmaz. Hayal hazinesinin üzerine bir kilit vurur, bir sürgü sürer, böylece hayalinde sevgilisinin suretinden başkasını hayal etmez, hayalini meşgul edecek bir başka görüntünün öne çıkmasına ya da bir başka suretin oraya sokulmasına izin vermez. Tıpkı şairin şu sözünde olduğu gibi: "Hayalin gözlerimde, sözlerin dilimde Taht kurmuşsun kalbimde, neden kayboluyorsun öyleyse?" Onunla duyar ve onun için duyar. Onunla görür ve onun için görür. Onunla konuşur ve onun için konuşur. Bizzat ben hayal gücüyle öyle etkilendim ki, aşkım, tıpkı Cebrail'in, Allah Resulüne —selat ve selâm üzerine olsun— somut olarak gözükmesi gibi, sevgilimin surelini gözlerimin önüne hissedilir biçimde getiriyordu ve ben ona bakmamazlık edemiyordum. O benimle konuşuyordu, ben de ona kulak verip dinliyordum ve ne söylediğini anlıyordum. Günlerce en ufak bir şey yi-yemedim. Her ne zaman sofra önüme gelse, sevgilim sofranın ucuna geliyor, bana bakıyor ve bizzat kulaklarımla duyduğum sözler söylüyordu bana. "Beni seyrederken yemek mi yiyeceksin?" diyordu bana. Bunun üzerine ben de yemek yemekten vazgeçiyordum ama açlık da duymuyordum. Ona öylesine sırılsıklam âşık olmuştum ki sonunda ona baka baka şişmanladım. Bakışlarım ona çakılmıştı ve o benim için gıda ve besin kaynağı olmuştu. Dostlarım ve ailem, hiçbir şey yemediğim halde böyle şişmanlayışıma şaşıyorlardı, çünkü günlerce, ne olursa olsun hiçbir şey tatmadan, yemeden, içmeden o şekilde kalmıştım. Açlık hissetmiyordum. Susuzluk da duymuyordum. İster oturayım, isler ayakta durayım, isler hareket edeyim, isler hareketsiz durayım gözlerimin önünde hep O durmaklaydı. Aslında insanın sevgilisi Hakk Teâlâ olursa, ya da bir insan, bir kadın ya da bir çocuk olursa bil ki ancak o zaman sevgi, âşığı sevgi denizinde boğar. Bu saydıklarımın dışındakilerin sevgileri, insanı sevgi deryasında boğamaz. Bunları özellikle söyledik, çünkü insan kendi surelinde olan biriyle ancak onu sevdiği zaman tam anlamıyla anlaşabilir ve bir uyum içinde olabilir. Âşıkta, sevgilisininkine benzemeyen hiçbir yön yoktur; âşıktaki her şey sevgilisine ayarlıdır. Dışı dışına, içi içine âşık olur. Hakk Teâlâ'nın Kendisini, Zahir ve Bâtın diye adlandırdığını görmüyor musun? İşte bu nedenle, insan Allah için Allah'ın yarattığı şekiller ve varlıklar için sevgi deryasında boğulmaktadır. İnsan dışında, dünyadaki öteki varlıklarda sevgi yoktur. Dolayısıyla insan dünyaya ait bir şekil, bir suret severse, ona ancak uygun bir benzerlikle karşılık verir. Kendi zatına ait olan bir şey ise zihninde daima uyanık ve diri kalır. İnsanın, Allah'ı sevdiği zaman, sevginin içinde boğulması meselesine gelince, bunun nedeni, Hz. Peygamberin hadisinde de belirtildiği gibi, insanın Tanrı suretinde yaratılmış olmasıdır. Böyle olunca, insan İlâhi Varlığı bütünüyle kendine kabul edebilir. Onu kendine sığdırabilir. İşte bunun için, insanda Tanrı'nın bütün isimleri zuhur eder. Kendinde sevgi sıfatı bulunmayan insan bile bunu elde edebilir, çünkü kendinde olmasa da yaratılışında sevgi vardır. Bu nedenle insan sevgi içinde boğulur28. Eğer insan Allah'a bağlanır, O'na âşık olursa. Sevgilisi Allah olur. Sevgisinde öyle ileri makama ulaşır ki, Allah'ın yaratıklarına karşı duyulan aşkta yok (fena) olma halinden çok daha ileri bir makamda, Allah'ın aşkında yok olur. Çünkü o varlıklara, o şekillere duyulan aşk, varlık ya da o şekil, sevenin gözünde kaybolunca, yok olmaktadır. Oysa sevgili Hakk Teâlâ olunca, O daima müşahede edilebilir durumdadır. Sevgilinin müşahede edilmesi, tıpkı beden üzerinde gıdaların bıraktığı etki gibidir. Yani beden o gıdayla büyür, gelişir. Sevgilinin müşahede edilmesi arttıkça sevgi de artar. Aşka özgü olan bu durum nedeniyle, sevgiliyle karşılaşınca şevk sakinleşir, yatışır fakal yeniden kavuşma arzularıyla iştiyak yeniden canlanır, işle sevgiliyle bir arada bulunan âşık bunları hisseder. Sevgilisini seyre dalmaya ve onu müşahede etmeye doyamaz. Ona duyduğu arzudan kendini kurtaramaz. Sevgilisiyle birlikle olmasına rağmen, ona her bakısında vecdi ve şevki arlar. Tıpkı şairin dediği gibi: " Tuhaf değil mi? Ben onları ne kadar çok özlüyorum. Onlar benimle birlikle, ama yine de onları özlüyorum, Gözlerim onları ağlatıyor, oysa onlar gözbebeğimin teinde Gönlüm onları arzuluyor, oysa onlar benim yanımda.” Eğer âşığın sevgisinde, sevgilisinden başkasına düşünmeye fırsat verebilen bir akıl ya da bir akıl yürütme varsa, o sevgi saf ve gerçek değildir. O ancak nefiste (insanda) geçici bir durumdur. Kimileri bu tür bir sevgi hakkında şöyle demiştir: "Akıl ile idare edilen sevgide hayır yoktur." âşıkların bu konudaki öyküleri sayılamayacak kadar çoktur. İşte, konusu müşahede ve şevkle sevginin artması olan bir şiirimiz: "Sevgilimden uzaklaşıyorum, bu kez kavuşma arzusu tüketiyor beni Ona kavuşuyorum, iyileşemiyorum, o varken de yokken de özlüyorum Onunla karşılaşınca ummadığım şeyler geliyor başıma Şifa bulacağım yerde yeni bir dert geliyor başıma Çünkü ben onunla karşılaştığım daha ilk anda Güzelliği devamlı artan birini görüyorum karşımda Bir vecd gerekli ki olsun durağımız Artınca güzelliğinden uyumlu beraberliğimiz" Sahihi Müslim'de Tanrı'nın —noksan sıfatlardan O'nu tenzih ederiz— istihalesi (metamorfoz) hakkındaki hadislerde ifade edildiği gibi, burada ben de Sübhan olan Tanrı'nın, ahiretle kulları için ve bu dünyada kullarının kalbleri için, çeşitli şekillerdeki (yani keyfiyet ve teşbih dışında, Zatına uygun düşen şekillerdeki) tecellisine dikkat çekiyorum*. Allah'a and olsun ki, eğer Şeriat böyle ilâhî haberler getirmeseydi, hiç kimse Allah'ı tanıyamazdı. Ve eğer biz yalnızca akıllı insanların, münevverlerin, böyle değil şöyle değil diyerek Allah'ın Zatı konusunda ileri sürdükleri akli delillerle yetinmiş olsaydık, hiç bir insan O'nu sevemezdi. Fakat şer'î ifadelerle ilâhî haber gelince ve görünüşle akli delillere karşıt olan işlerde, Sübhan olan Tanrı'nın şöyle şöyle olduğunu bize haber verince, biz de, sübûtî sıfatlarından dolayı, Allah'ı sevdik. İlhi aşk / Muhittin ibni Arabi 2.Bölüm Allah, ilgilerini belirttikten, sebepleri ve varlıkların sevgiye yönelmelerini sağlayacak ilgileri saptadıktan sonra şöyle buyurmaktadır: "O'na benzer hiçbir şey yoktur." (Kur'an. 42/11). Böylece, Allah sevgi için gerekli sebepleri saptamıştır, ama akıl bunları kendine özgü delilleriyle inkâr eder. İşte şu hadisin anlamı da budur: "Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi sevdim, isledim; yaratılmışları yarattım ve onlara Kendimi tanıttım. Böylece onlar Beni tanıdılar ". Demek ki Allah, ancak, bize karşı beslediği sevgi, muhabbet, rahmet, acıma ve şefkatten dolayı, bize Kendisi hakkında haber verdiği Vahiyle bilinebilir; yanı Kendisini anlatabilmemiz, O'nun bize indirdiği Vahyin çizdiği sınırlarla ancak O'nu bilebilmemizle mümkündür. O'nu kalbimizde, gönlümüzde, hayalimizde ve yönelimlerimizde, bakışlarımızın ve ilgilerimizin konusu yaparız; öyle olur ki sanki O'nu görürüz. Daha ilerisini söyleyelim, sanki O'nu kendimizde görürüz, çünkü biz O'nu kendi görüşümüzle değil, O'nun Kendisini tanıtmasıyla bildik. Böyle olmakla birlikte, gene de bizden bazıları Onu görür, fakat Onu bilmez. Allah Kendisinden başkasına muhtaç değildir. Aynı şekilde Allah, yaratılmışlarda. Kendinden başkasını sevmez. Demek ki, her âşığın, sevenin gözü içinde, her sevgide, her sevgilide O zahir olmaktadır. Varoluş içinde sadece tek bir Seven vardır, dolayısıyla âlem hem sevendir hem sevilen. Bütün bunlar hep O'na döner. O'ndan başkasına ibadet edilmeyeceği gibi, ibadet eden kişi de ancak kendisindeki uluhiyyeti tahayyülle ibadetle bulunur. Eğer o ulûhiyyel olmasaydı, kul asla Tanrıya ibadet etmezdi. Allah bu konuyu şu ayetle çok açıkça bildirmiştir: "Rabbiniz sadece Kendisine tapmanızı emretti..." (Kur'an, 17/23). Sevgi de böyledir: Hiç kimse kendi Yaratıcısından başkasını sevmez. Fakat Zeynebin, Suad'ın. Hind'in ve Leylâ'nın sevgisiyle, ya da bu dünya sevgisiyle, ya da para ve makam hırsıyla ya da bu âlemde sevilen şeylerin sevgisiyle Allah gizlenmiştir. Şairler bütün sözlerini yaratıklar üzerine harcadılar ve O'nun hakikatini tam anlamıyla bilemediler. Arifler ise. duydukları her şiirde, her bilmecede (lügaz), her methiyede ve her gazelde . şekillerin ve suretlerin perdesi arkasından sadece Onu görürler. Bütün bunların sebebi, Tanrının Kendinden başkasının sevilmesini kabul etmediği, ilâhî kıskançlıktır. Çünkü sevginin sebebi güzelliktir (cemal). Güzellik ise, Allah'a aittir. Çünkü güzellik O'nun Zatından dolayı sevilmektedir. 'Allah gûzeldir Bu nedenle Allah Kendi kendini sever. Sevginin bir diğer sebebi de ihsandır... ihsan, ancak Allah'tan gelir. Allah'tan başka ihsan edici yoktur, yani bir varlığı ihsanından dolayı seversen, sadece Allah'ı sevmiş olursun, çünkü muhsin, yani ihsanda bulunan O'dur. Ve eğer bir varlığı güzelliğinden dolayı seversen, sadece Allah'ı sevmiş olursun, çünkü Allah güzeldir. Sevginin ilgi konusu her durumda Allah'tır". Hakk, Tanrı, Kendini bildi. Kendinde âlemi bildi ve âlemi Kendi suretinde çıkardı. Bundan dolayı, âlem O'nun için bir aynadır. Allah o aynada Kendi suretini görür. Demek ki, Tanrı ancak Kendini sevmekledir. Allah, Peygamberimize hitaben "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin..." (Kur'an, 3/31) derken gerçekte Kendini kaydetmekledir. Öyleyse, birine uymak, ona bağlanmak, sevginin sebebi olmaktadır; âlemin aynasında Tanrı'nın suretine bağlanmak da sevginin sebebidir, çünkü o aynada sadece O Kendini göstermektedir. Öte yandan nafileler de sevginin bir sebebidir. Nafileler bir fazlalıktır, artık ibadetlerdir, Âlemin sureti de varoluş içinde bir fazlalıktır. Bu nedenle Allah âlemi bir nafile olarak sevmiştir, böylece, ancak Kendini sevecek derecede kulun "işittiği kulağı, gördüğü gözü olmuştur". Çok nazik, çok özel ve aynı zamanda da vehim melekesinden kaçan, yani düşünceden hızla sıyrılıveren, bir mesele daha var. Diyelim ki tuhaf bir şey oluyor. Meselâ, aklın doğrulayabileceği. saptayabileceği ve ondan dolayı sarsılmayacağı, fakat vehim melekesinin onu nesnel olarak tutamayacağı bir şey. İşte tıpkı bu misal gibi, aklın varlığını sapladığı (akal kendinden uzaklaşmasına da engel olamadığı, ayrıca vehim melekesinden de kaçan, onun da tutup yakalayamadığı bazı şeyler vardır. Sonra, bu söylediklerimizin tersine, akıldan kaçan, fakat vehim melekesinin, onun varlığını saptayıp hükmü altında aldığı ve etkili olduğu daha başka şeyler de vardır. Meselâ bir adam düşünelim: Çalışsa da çalışmasa da rızkının kendisine gelmesi gerektiğini aklı kendisine delilleriyle gösteriyor. Bu şekildeki bir ilim akıldan uzaktır; onun üzerinde ancak vehmî düşünce hükmünü sürdürmekledir. Eğer sen rızkını arama konusunda çaba göstermezsen, ölür gidersin. Sonra biri çıkar gelir kalkar o rızkı elde etmeye çalışır. Buna göre. onun haklılığı aklı açısından zail olur; vehmi açısından da bâlıllığı sabittir, dolayısıyla böylece inkâr edilemez ve itiraz olunamaz bir gerçek olur. İlahi aşk / Muhittin İbni Arabi 4.Bölüm İlâhi sevgide Allah, bizi, hem bizim için hem Kendisi için sever. Tanrının, Kendi için bize duyduğu sevgi şu kudsi hadiste ifade edilmektedir: "Ben bir gizli hazineydim; bilinmek istedim ve mahlııkatı yarattıım. Sonra onlara Kendimi tanıttım; onlar da Beni tanıdılar". Demek ki, Allah bizi, O'nu tanıyalım diye, Kendisi için yaratmıştır. Şu ayet bunu çok iyi belirtmektedir: "Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Kur'an, 51/56). Neticede, Allah bizi sadece Kendi için yaratmıştır. Allah'ın bizim için bize duyduğu sevgiye gelince, bizim yaratılış gayemize ve tabiatımızın özüne uygun düşmeyen işlerden kurtuluşumuzu sağlayacak ve bizi mutlu edecek amelleri bize tanıtmakla, bu sevgi, ifadesini bulmaktadır. Sübhan olan Tanrı yaratıkları Kendini teşbih etsinler diye yaratmıştır. Yaratıklara, O'nu teşbih etmelerini, O'na hamd ve sena etmelerini ve O'na secde etmelerini söylemiştir. Ancak bu şekilde O'nu tanıyabiliyoruz. Bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, O'nu teşbih ederler. O'nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tembihlerini anlamazsınız-" (Kur'an, 17/44). Yani O nasılsa o hal üzere ve O'ndan olan şeyle, O'na hamd ve sena ile O'nu teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Aynı şeyin şu ayette de bildirildiğini görüyoruz: "Göklerde ve yerde olan varlıkların, kanatlarını çırparak uçan kuşların Allah'ı teşbih ettiğini görmedin mi? Onların her biri kendi duasını ve teşbihini bilmektedir." (Kur'an, 24/41). Her varlık kendi duasına önem vermekte, onda kararlı ve devamlı olmaktadır. Bu ayetle Allah, selat ve selam üzerine olsun Hz. Peygamberimize hitap etti. Onu evrensel (küllî) teşbihe tanık yaptı, çünkü o bunu görmüştür. Ona "Görmedin mi...?" dedi ve bize "Görmediniz mi?" demedi. Bunun nedeni şudur: Çünkü biz bu evrensel teşbihi görmedik, ona sadece inandık. Oysa Muhammed —selat ve selam üzerine olsun— onu apaçık görmüştü. Aynı şekilde, Allah, peygamberimizi her şeyin secde halinde olduğuna tanık etti ve ona şöyle hitap etti: "Görmedin mi, göklerde ve yerde bulunan varlıklar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve insanların birçoğu Allah'a secde ediyorlar?" (Kur'an, 22/18). Dikkat edilirse, Allah hiçbir varlığı dışta tutmamış; göklerdeki ve yerdeki varlıkların hepsini zikretmiştir, ulvî âlemi de süflî âlemi de zikretmiştir. Her varlığın sadece Allah'a secde ettiğine Peygamberi tanık etmiştir. Bunun için bu secde işine Allah'ın tanık yaptığı herkes ve bu secde işini gören her,kes bu hitabın muhatabı durumundadır. Bu fıtrî ve zatî bir teşbihtir ki yalnızca o tanıklara tecelli eder. işte o zaman onlar Allah'ı severler. O'nu teşbih eder, O'na hamd ve senada bulunurlar, bunları hiçbir zorunluluk olmadan bilakis zati bir gereklilik olarak yaparlar. Bu zati bir ibadettir ki Allah o kimseleri Kendisine ait istihkak hükmüyle o ibadetin içine yerleştirmiştir. Keşf ehli hakkında da aynı şeyi söylemiştir, insanların çoğu, yani akıl sahibi her insan buna muhataptır: "Allah'ın yarattığı şeylere bakmıyorlar mı? Gölgeleri sağdan ve soldan sürünerek, Allah'a secde etmektedir. Onlar Allah'a kullukta asla büyüklenmezler; daima O'na boyun eğerler." (Kur'an, 16/48). işte, göze görünebilen en güzel nimet budur. Sonra, gölgelerin bu şekilde sağa ve sola uzanmasının da O'nun Celali karşısında bir saygı ve küçüklük işareti olarak Allah'a secde hali olduğunu gene Allah haber vermektedir bize. Bu nedenle "onlar asla büyüklenmezler ve daima O'na boyun eğerler" demiştir. Böylece, boyun eğerek Allah'a secde etsinler diye Allah onları akıllılıkla nitelendirmiştir. Bu ayetin devamındaki ayet ise bu ayetin bir tamamlayıcısı durumundadır. Şöyle ki: "Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ve melekler Allah'asecde ederler." (Kur'an, 16/49). Canlılar, yani yeryüzünde yaşayan, yürüyen ve sürünen varlıklar ve gök ehli, ayrıca ne gökte ne yerde olan melekler; sonra, bu ayet şöyle bitiyor: "Onlar asla büyüklenmezler." (Kur'an, 16/49). Yani Rabb'lerine ibadet etmemezlik etmezler. Sonra, Allah onları şöyle nitelenmektedir: "Üstlerinden, Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredileni yaparlar." (Kur'an, 16/50). Allah, onlara, "korkma" vasfını yüklemektedir, böylelikle, onların kime secde ettiklerini bildiklerim, bize göstermek istemektedir. Daha sonra Allah yine onları "Kendisine boyun eğmiş", ve "kendilerine emredileni yaparlar" şeklinde vasfeder. Sonra da "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Kur'an, 66/6) şeklinde anlatır. Bir başka ayette ise şöyle buyuruyor: "Rabb'inin yanında bulunanlar, melekler, gece ve gündüz O'nu teşbih ederler ve onlar bundan hiç usanmazlar." (Kur'an, 419/38), yani canları hiç sıkılmaz. İlhi aşk / Muhittin ibni Arabi
0 yorum:
Yorum Gönder