
Kur’ân-ı Kerîm Okumak ve Ahkâmına Tâbî Olmak
Kalbimizin, Kur’ân’ın rûhâniyetinden feyz alarak hikmet ve sırlarla dolabilmesi, ancak onu okurken sâhib olduğumuz kalbî seviyeye bağlıdır.
Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği ikramların en büyüklerinden biri de, insanı Kur’ân’a muhâtap kılmasıdır.
Rûh ve bedenin gerçek huzûr ve sükûnuna âit mükemmel ölçüler, Kur’ân-ı Kerîm’in feyizli muhtevâsında mevcuddur. İnsanın saâdet ve selâmeti, bu ideal ölçülerden aldığı hisse nisbetinde mümkündür. Kur’ân’ın rûhâniyetine sığınmayıp, ona sırt çevirmek sûretiyle muvâzenesini kaybeden bir kimse, insanlık haysiyetine yazık etmiş, bu nîmete nâiliyet karşısında en dehşetli bir nankörlüğe sürüklenmiş, hevâ ve heves girdaplarında kendisini helâk etmiş demektir.
Kur’ân, kanayan rûhlara, yorgun gönüllere şifâ ve tesellî bahşedici ilâhî hikmetler menbaıdır. Dehşetengiz ve kaçınılmaz “ölüm” gerçeğini, mümin bir kulun Rabbine kavuşmasında bir vuslat vâsıtası olarak, “şeb-i arûs” (düğün gecesi) hükmünde karşılayabilmenin ölçülerini takdîm eden ilâhî bir lutuftur.
Yüce Rabbimiz, ilâhî kelâmını tüm insanlığa şöyle takdim eder:
يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
“Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, gönüllere bir şifa, müminler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.” (Yûnus, 57)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Her ziyâfet çeken, ziyâfetine (insanların) gelmesini ister ve bundan memnun olur. Kur’ân da Allâh’ın ziyâfetidir. Ondan uzak durmayınız.” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 1)
“Kur’ân okuyunuz… Çünkü Allâh, içinde Kur’ân bulunan bir kalbe azâb etmez…” (Dârimî, Fezâilü’l-Kur’ân, 1)
“Gerçek Kur’ân ehli, ehlullâhtır ve onlar Allâh’ın has kullarıdır.” (Hâkim, Müstedrek, I, 743)16
Zikrullâh ve Kur’ân tilâvetinden mahrum kalbler, kasvete dûçâr olur. Nitekim sahâbe-i kirâmdan Ebû Musâ el-Eş’ârî -radıyallâhu anh- kendisini ziyarete gelenlere:
“Kur’ân okumaya devam ediniz! Sakın, uzun müddet Kur’ân okumayı terk etmeyin! Aksi hâlde sizden öncekiler gibi sizin de kalbleriniz katılaşır.”
(Müslim, Zekât, 119) tavsiyesinde bulunmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in hayvânât ve melekleri dahî tesiri altına aldığını ifâde eden şu hâdise çok ibretlidir:
Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gece Bakara Sûresi’ni okuyordum. Atım da yanıbaşımda bağlı olduğu hâlde duruyordu. Bir ara at şahlanmaya başladı. Okumayı kestim; at sâkinleşti. Tekrar okumaya başladım, at yine şahlandı. Hattâ oğlum Yahyâ’yı atın çiğnemesinden endişe ederek yanıma aldım.
O esnâda semâya baktığımda üzerimde kandillere benzer bir şeyler olduğunu gördüm. Sonra onlar göğe doğru yükselip gözden kayboldu.
Sabahleyin, olup biteni Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattığımda bana:
“– Oku ey Üseyd, oku!” buyurdu… Ve sonra:
“– Ey Üseyd! O gördüklerinin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu.
“– Hayır.” dedim.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“– Onlar, senin Kur’ân tilâvetini dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer sen okumaya devâm etseydin, sabaha kadar seni dinleyeceklerdi. O melekler, insanlara gizli kalmayacak, insanlar da onları görebileceklerdi.” buyurdular. (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân, 15)
Kur’ân, insana nâzil olmuştur. O, “gönül insanı” için derin bir tefekkür hazînesidir. Kur’ân’ın rûhâniyetinden uzak kalmanın netîcesi, mutlak ve ebedî bir hüsrândır. Kur’ân’daki hikmet, ibret ve esrâr deryâsından gâfil kalanlar için Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ أَمْ عَلَى قُلُوبٍ أَقْفَالُهَا
“Onlar, Kur’ân’ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa (onların) kalbler(i) üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24)
Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’a âit esmânın bizim idrâk dünyâmıza kelâm sûretinde aksettirilmiş bir tezâhürüdür.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede Kur’ân-ı Kerîm’in sonsuz mânâ ihtişâmını şu şekilde ifâde buyurur:
“Şâyet yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler de arkasından yedi deniz katıl(arak mürekkep ol)sa yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allâh, mutlak gâlip ve hikmet sâhibidir.” (Lokman, 27)
Kalbimizin, Kur’ân’ın rûhâniyetinden feyz alarak hikmet ve sırlarla dolabilmesi, ancak onu okurken sâhib olduğumuz kalbî seviyeye bağlıdır. Bu sebeple Kur’ân’ın hakîkatine vâsıl olabilmek için, kalbe irtifâ kazandırmak îcâb eder. Zîrâ bir hidâyet rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm, kendisine yaklaşanın, kalbî niyet ve durumuna göre hem irşâda hem de idlâle götürebilecek bir mâhiyet taşır.
Yüce Rabbimiz, hakkıyla okunan Kur’ân âyetlerinin müminlerin gönül âlemlerinde yapacağı tesiri ve meydana getireceği mânevî coşkuyu şöyle beyan buyurur:
“… Rablerinden korkanların, bu Kitâb’ın tesirinden dolayı tüyleri ürperir, derken hem bedenleri hem de gönülleri Allâh’ın zikrine ısınıp yumuşar.” (ez-Zümer, 23)
“… Allâh’ın âyetleri müminlere okunduğunda, onların îmânlarını artırıp güçlendirir.” (el-Enfal, 2)
Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâdenin birinci şartı, ona ihtiram ile yaklaşmaktır. Çünkü o ihtiram, Kur’ân’a atfedilen ehemmiyetin bir tezâhürüdür.
Gerçekten Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmete kadar beşeriyyetin ihtiyaçlarını karşılayabilecek kemâlât, hakîkat ve esrârı muhtevî bulunmasıyla da, muhteşem bir kılavuz hüviyetindedir. Allâh Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bu husûsiyetini şöyle beyan eder:
“Şüphesiz ki bu Kur’ân en doğru yola iletir; sâlih amellerde bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (el-İsrâ, 9)
Kur’ân-ı Kerîm, rehberliği kıyâmete kadar devâm edecek olan ilâhî bir kitap olduğundan, onun gölgesi altındaki her mümin de, ölümün ebediyyet kapısı aralanıncaya kadar Kur’ân hükümlerine ve Kur’ân hayâtına sâdık kalmak mecbûriyetindedir. Bu dünyâda kalbî saâdet ve selâmet, âhirette ise Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olarak ilâhî nîmetlere gark olmak, ancak bu sûretle mümkündür.
Kur’ân’dan lâyıkıyla istifâde edebilmek, onun kalben okunabildiği nisbette gerçekleşir. Şu hadîs-i şerîf, bu kalbî hâli ne güzel ifâde eder:
Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir, diye sorulduğunda, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Kur’ân okuyuşunu duyduğunda, Allâh’tan korktuğu hissini sende uyandıran kimsedir.” (Dârimî, Fezâilu’l-Kur’ân, 34)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı dehşete getirip hidâyetine vesîle olan da, kız kardeşi Fâtıma’nın evinde huşû içinde okunan Kur’ân-ı Kerîm idi.
Şu âyet-i kerîmeler, Kur’ân-ı Kerîm’in nasıl bir keyfiyetle okunması gerektiği hususunda bizlere ışık tutmaktadır:
“(Rasûlüm!) Bu Kur’ân, âyetleri üzerinde (insanlar) inceden inceye düşünsünler, selîm akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz feyiz kaynağı mübârek bir kitaptır.” (Sâd, 29)
“(Ey Rasûlüm!) Kur’ân’ı tertil üzere (tane tane) oku.” (el-Müzzemmil, 4)
Öte yandan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın, Bakara Sûresi’ni on iki yılda ikmâl ettiği ve bitirince de şükür kurbanı olarak bir deve kestiği rivâyet edilmiştir. (Kurtubî, el-Câmî, I, 40)
Bütün bunlar Allâh’ın kitabını tilâvet ederken, sırf telaffuz muhtevâsında kalmayıp, onun bâtınından hisse almak, ahkâmına tâbî olmak ve ahlâkıyla ahlâklanmak îcâb ettiğini göstermesi bakımından câlib-i dikkattir.
İslâm târihinin asr-ı saâdetten sonra en seviyeli devrini idrâk etmiş olan Osmanlı’nın, Kur’ân-ı Kerîm’e yüksek bir ihtiram bereketiyle vücûda gelmiş olduğu unutulmamalıdır. Gerçekten, o devletin bânîsi velî sultan Osman Gâzi Hazretleri’nin, Şeyh Edebalî hânesinde bir geceyi, duvarda asılı Kur’ân-ı Kerîm’e hürmetsizlik olacağı düşüncesiyle uykusuz geçirmiş olduğu, pek yaygın bir târihî rivâyettir. Diğer taraftan ona abdestsiz el sürülememesi husûsundaki dînî esas da ihtirâmın vücûb ve ehemmiyetini göstermektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’i bel hizâsından aşağı bir mevkîde tutmamanın, İslâmî âdâb içindeki ehemmiyeti de mâlumdur. Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’i sâdece okumak değil, yazılarına bakmak bile, onunla ünsiyetin bir vâsıtası olduğundan makbûl ve hattâ sevâb sayılmıştır.
Buna göre Kur’ân-ı Kerîm’e hürmette kusur etmemeye çalışmalı ve onu mümkün olduğu sıklıkta -az da olsa- okumayı âdet hâline getirmelidir. Üstelik, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk emrinin « rCGnôrbpG », yâni “Oku!” (el-Alak, 1) diye nâzil olmasındaki hikmet de, hiçbir zaman hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bu okuma keyfiyetinin ehemmiyeti, kıraatsiz bir namazın sahih olmamasıyla da sâbittir.
Emevî halîfesi Süleyman bin Abdülmelik’in halka ilk konuşması şöyleydi:
“Ey Allâh’ın kulları! Siz, Allâh’ın kitâbını rehber edinin. Onun verdiği hükme râzı olun. Onunla amel edin. Çünkü bu Kur’ân, sabah aydınlığının geceyi izâle ettiği gibi, şeytanın kurduğu tuzağı ve hîleyi bertaraf eder.” (Beyhakî, Kitâbü’z-Zühd, 61)
Bütün bunlar dikkate alındığında Kur’ân-ı Kerîm’le ünsiyetin hayatımızda ne kadar mühim bir yer işgâl etmesi lâzım geldiği kolayca anlaşılır. İlâhî Kelâm’ın lâhûtî sürûr ve neşesiyle gönüllerimizin dolup taşmasını, Rabbimizden niyâz etmeliyiz. Nitekim Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir duâsı da şöyleydi:
“…Rabbim! Kullarından herhangi birine öğrettiğin, kitabında indirdiğin, ya da bilgisini katında gizlediğin her bir güzel ismin hürmetine, senden niyâzım şudur ki: Kur’ân’ı gönlümün baharı, sadrımın nûru, hüzün ve kederimin çâresi eyle!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 391)
0 yorum:
Yorum Gönder